KAMUOYU AÇIKLAMASI8 Mart Kadınlar gününü bu yılda buruk ve endişeli duygularla kutluyoruz. 8 Mart Kadınlar günü tüm dünyada kadının birey olarak eşit hak ve özgürlüklerini elde ettiği bir gün olarak coşkuyla kullanıldığı halde, maalesef ülkemizde kimi dinsel, ideolojik ve töre kurallarının kıskacı arasında kutlanmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde gerçekleştirilen Atatürk devrimlerinden en önemlisi kuşkusuz hukuk devrimi ve konumuzla ilgili olan bölümü ise Türk aile sistemini yeniden düzenleyen 1926 tarihli “Türk Medeni Yasası” ve onun oluşturduğu medeni hukuk ortamıdır. Üzülerek ifade etmek isterim ki günümüz Türkiye’sinde o gün elde edilmiş olan kimi hak ve özgürlükleri dahi özümsememiş, içselleştirmemiş yöneticiler bulunmaktadır. Kadının medeni yasa ve onun oluşturduğu hukuki ortamda elde ettiği hak ve özgürlükleri çok bulan ve onu tekrar devrim öncesi döneme çekmeye çalışan ciddi bir uğraş vardır.Bunun yanı sıra kadına yönelik en olumsuz yaklaşım “şiddet” tir. Ülkemizde ve tüm dünyada şiddettin uygulandığı alan toplumun en küçük birimi olan aile olarak karşımıza çıkmakta en ağır sözlü ve fiili şiddet burada gerçekleştirilmektedir. Şiddetin biçimi ve yöntemleri farklı farklı olsa da her yerde en çok şiddete uğrayan kesim kadınlardır. Özellikle kadına karşı aile içinde ve yaşamın her kesiminde yapılan şiddetin önlenmesi için ulusal ve uluslararası alanda onları koruma amaçlı yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bunların en önemlilerinden birisi, 25 Kasım 1960 günü, diktatörlük yönetiminin hüküm sürdüğü Dominik Cumhuriyetinde Minerva, Maria Teressa ve Patria Mirabel isminde üç kız kardeşin şiddet ve işkenceyle trajedik bir şekilde öldürülmesinden yaklaşık yirmi bir yıl sonra, 1981 yılında alınan bir kararla 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul edilmesidir. Bugün tüm iyi niyetli girişimlere, uğraşlara, örgütlü mücadelelere, ulusal ve uluslararası hukuksal düzenlemelere karşın, dünyanın farklı coğrafyalarında aile içi şiddet kaynaklı olarak kadınlar hala her türlü şiddete maruz kalıyorlar.İşin en ilginç yanı, namus cinayetlerinde ve fiziksel saldırılarda toplum, kadını peşin suçlu, onun sahibi olarak nitelendirilen erkeği ise mağdur olarak görüyor ve algılıyor. Bu yolla şiddete uğrayan kadın polise başvurduğunda, eşiyle barışması ya da onun rızasını alması öneriliyor. Ürdün ve bir çok ülkede kadın mahkûmlar cezaları sona ermesine rağmen evlerine dönemiyor ceza evinde kalıyorlar, çünkü aileleri onları kabul etmediği gibi onlarda ailelerine dönmeyi güvenli bulamıyorlar. Pakistan da tecavüz kurbanı kadınlar, olayın rızaları olmadan gerçekleştiğini kanıtlayamadıkları taktirde, zinayla suçlanıyor, kırbaçlanıyor ve toplumdan dışlanıyor. Yine Hindistan’da binlerce kadın çeyiz taleplerinde ısrarlı olmaları nedeniyle ailelerince yakılarak öldürülüyor. Türkiye dahil bir çok ülkede kadınlar, çocuk yaşta olsa bile rızaları dışında para karşılığında zorla evlendiriliyor. Nijerya ve birçok ülkede kadınlara yönelik recm ve kırbaçlama cezası devam ediyor. Çoğu kez tecavüz eylemleriyle ilgili yargılama larda da kadına karşı farklı yorum ve değerlendirmeler yapılıyor. Yakın bir süre önce hatırlanacağı gibi tecavüze uğrayan bir kadın hakkında “Hayat Kadını” tanımlaması nedeniyle sanığın cezasından indirime gidilmişti. Bu tür uygulamalar batıda da görülmektedir. İtalya’da Temyiz Mahkemesi tecavüze uğrayan bir kadının giydiği kot pantolonun tecavüzü imkânsız kılacağını öne sürerek, kadının ilişkiye girmeye razı olduğu kararını vermiştir. Yine aynı şekilde Meksika Yargıtay’ı evlilik içi şiddet ve buna bağlı tecavüzün, tecavüz olmadığına, sadece ‘bir hakkın uygunsuz kullanımı’ olduğuna karar vermiştir. Tüm bu örnekler ulusal ve uluslar üstü hukukun ayrıntılı düzenlemelerine karşın, kadın hakları ve bu bağlamda kadına karşı şiddetin boyutlarını sergilemesi bakımından son derece çarpıcıdır. Ülkemizde genelde aile içi şiddet ve özelde kadına yönelik şiddet konusu 1980’li yıllarda tartışılmaya başlanmış ve toplumun bu konuda duyarlılığının gelişmesi için bir çok etkinlik yapılmıştır. Bu etkinlikler, kadın derneklerinin övgüye değer çalışmalarıyla gerçekleşmiş ve sonrasında “kadına yönelik şiddet” toplumda görünür, izlenir ve kınanır kılınmıştır. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınlar aile içi şiddetten en çok etkilenen kesim olmuştur. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunun yaptırdığı ve ülkemiz gerçekleri karşısında ne denli sağlıklı yapıldığının da tartışıldığı bir araştırmaya göre, ailelerin %34’ünde fiziksel şiddet, % 54’ünde ise sözlü şiddetin uygulandığı ve ev içi şiddetin yoğun olarak yaşandığı açıklanmıştır. Yapılan çalışmalar sonunda, ailenin korunmasını güvence altına alan Anayasanın 41.maddesi yanında, uluslararası hukuk alanında yaşanan gelişmelerde göz önünde tutularak iç hukukumuz açısından çok önem taşıyan 14 Ocak 1998 tarihinde “4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun” ka bul edilmiştir. Yasanın adı her ne kadar “Ailenin Korunması” başlığını taşıyorsa da içeriğinde esas itibariyle “kadının şiddetten korunmasının amaçlanmış” olduğu görülmektedir. Yine 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Yasasının 96, 99, 101, 102, 105. maddelerinde şiddet ve taciz fiillerini cezalandıran çok önemli yaptırımlar getirilmiştir.Anayasanın 90.maddesinin son fıkrasında yapılan değişiklikle zaten uluslararası belge ve sözleşmeler iç hukukumuzun parçası haline getirilerek, sadece bu konuda değil, her konuda ülkemizde insan hakları yorum ve uygulamaları uluslararası standartlara çekilmiştir. Hukuki düzenlemeler ve yasalar açısından varılan bu nokta, maalesef bunları uygulama ve yorumlama durumunda olan kafalar bakımından çok gerilerdedir. Töre ve namus cinayetlerinin yaşanmadığı, şiddet olgusunun yok olduğu, kişisel ve örgütsel engellemelere karşın kadının yaşamın her alanında hak ettiği yeri yakaladığı, ayrımcılığın kaldırıldığı, ulusal ve uluslararası bir dünya özlemi ve beklentisi ile tüm kadınlarımızın “8 Mart Kadınlar Günü” nü kutlarız.